1 Haziran 2010 Salı






Strand Craft 122, acayip zengin müşterilerini bile şaşırtacak bir yat tasarlamaya girişmiş ve ortaya 122 kod adlı çoğu yerde "şey" diye bahsi geçen "şey" çıkmış. 28 metre uzunluğunda ve 14 bin beygir gücündeki bu "şey", çoğu evden daha büyük bir alana ve yine çoğu evden daha büyük bir garaja sahip.
Garaja sahip derken, üretici adı geçen garaja bir adet de hediye olarak Tender marka el yapımı süper araç kondurmaya vadediyor. 880 beygirlik V12 ikiz turbo motora sahip bu araç, son sürat olarak 375 kilometreyi görüyor.

Strand Craft 122'nin fiyatı ve kaç adet üretileceği belli değil. Zaten bu tarz şeyler genelde kaç para olduğunu umursamayacak kadar zengin müşterilere gidiyor. Ama emekli ikramiyem ile bir tane almayı düşünmüyor değilim.

16 Nisan 2010 Cuma



Hakan Günday'ın hayat ile beraber gitmektense hayattan kopmayı tercih etmiş 4 arkadaşın hikayesini anlattığı romanı. Kitaba başladığınızda PİÇ olmayı isteyecek, bitirdiğinizde ise ne olacağınıza karar veremeyeksiniz.

"Hayat seni öyle bir noktaya getirir ki kendini sevdiklerinle savaşırken ve nefret ettiklerinle sevişirken bulursun. Üzülürsün. Pişman olursun. Sonra biraz zaman geçer ve tersinin bu dünyada işlemediğini anlarsın."

"Kendimi beyaz kadranlı, romen rakamlı bir duvar saatindeki saniye çubuğu gibi hissediyorum. Sadece dönüyorum. Zamanın kendisiyim. Geçiyorum."

"Çocuklar..." dedi Barbaros.
Hakan, bir folklor figürünü tekrar eden ve kol kola girmiş üç küçük kıza bakıyordu.
"Evet" dedi,"çocuklar...Belki onlar..."
Cümlesini tamamlamadı çünkü söyleyeceklerinin eskiliğine ve saçmalığına güldü. Kim bilir kaç bin yıldır insanın sadece çocuğundan umudu vardı? Sırf boyu bir metrenin altında diye dünyayı cennete çevireceğine inanılan kaç çocuğun başı "Sizler her şeyi değiştireceksiniz" cümlesi eşliğinde okşanmıştı? Hakan düşündü. Cümlesinin sonunu değiştirdi:
"Belki onlar kendilerini bizden daha da kötü hissedecekler."
"Kötü değil" dedi Barbaros,"aptal, aldatılmış,dolandırılmış,kandırılmış. İşte böyle hissedecekler. Tabii bunu sadece açıkgözler hissedecek. Diğerleri dünyayı döndürmekle meşgul olacaklarından farkına bile varamayacaklar. Aynı şimdi olduğu gibi, bu çocuklar da her işleri, duyguları, düşünceleri yarım kalmış olarak ölecekler. Tama varamayanlar sürüsünün itaatkar üyeleri olarak kimliklerinden televizyonlarına kadar her şeyin oyuncağı olacaklar. Oysa şimdi onlara bak! İyiler. Koşuyorlar, düşüyorlar, gülüyorlar, umursamıyorlar, çünkü bilmiyorlar. Şu an için dünya onlar için bir oyuncak. Ama bir gün gelecek ve onlar da hepimiz gibi bir oyuncak olacak."

1 Nisan 2010 Perşembe




Göçmen kuşlardır leylekler. Her bahar Avrupa'ya gelir, yaz sonunda tekrar Afrika'ya doğru yola çıkarlar. Ama bu yıl geri dönmeyecekler..

Louis Antioche'un kayıp leyleklerin sırrını çözmek için çıktığı yolculuk kısa sürede kabusa dönüşür. Parçalanmış cesetler, nereden çıktığı belli olmayan katiller...

Arayışı onu, Bulgaristan'daki Çingene mahallelerinden işgal altındaki toprakların güneşte kavrulan kibutzlarına, Orta Afrika Cumhuriyeti'nin balta girmemiş ormanlarından Kalküta'nın arka sokaklarına kadar götürecektir. Hatta cehenneme kadar...

Sınır tanımayan bir hayal gücü, kusursuz bir kurgu, tüyler ürpertici şiddet sahneleri, nefes nefese bir gerilim. Korkutucu bir yolculuk, şaşırtıcı bir kitap!

Kızıl Nehirler (Jean-Christophe Grangé)




BİZ EFENDİLERİZ,BİZ KÖLELERİZ.
BİZ HER YERDEYİZ,HEM DE HİÇ BİR YERDE.
BİZ KARAR VERENLERİZ.
KIZIL NEHİRLERİN HAKİMİYİZ.

İki ayrı hikaye olarak başlayan, daha sonra çok iyi bir kurgu ile bu hikayelerin birbirine bağlandığı Jean-Christophe Grangé eseri. Detayların gerçekten detay olarak yazıldığı kitapta adli tıp tabibi cinayet sonucu öldürülen kurbanın, öldürülmeden önce gördüğü işkenceleri bakın nasıl anlatıyor;

"İncelenen göğüs kafesinin ön yüzünde, kesici bir aletle gerçekleştirildiği anlaşılan uzunlamasına yaralar var. Omuzlarda, kollarda da aynı aletle yapıldığına inandığımız yaralar görüyoruz.. Vücutta çok sayıda yanık izi var: göğüste, omuzlarda, böğürde, kollarda. bu tür yaklaşık yirmibeş iz bulduk. Bana kalırsa katil yaraları ateşle dağlamak istemiş. Yaraların üzerine biraz benzin döküp yakmış. Kaçak bir aerosol kullandığını söyleyebilirim. Aynı zamanda çok sayıda çürük, ödem ve kırıkla da karşı karşıyayız. Sadece göğüs bölgesinde, on sekiz çürük saydık. Dört kırık kaburga. Köprücük kemiklerinin ikisi de un ufak olmuş. Sol elde üç, sağ elde de iki parmak ezilmiş. Üreme organları da bir çok darbe almış. Boğazı yaklaşık on beş santimetre uzunluğunda bir bölgede deriyi kesmiş, ademelmasını ve gırtlak kaslarını parçalamış, atardamarı kesip kanamaya neden olmuş. Katil gözkapaklarının altında da çalışmış. Kesici bir alet sokup optik siniri ve göz kaslarını kesmiş, ardından gözleri çıkarmış. Sonra da özenle çalışarak, gözyuvarlarının içini kazımış."

Burada anlatılanların kurban öldükten sonra mı yapılmış, yoksa hala sağ haldeyken mi yapıldığınında belli edilmemesi olaydaki gerilimin düzeyini açıklamaya yeter herhalde.

28 Mart 2010 Pazar

KIRIM'DA TÜRK SOYKIRIMI (DR.NECİP HABLEMİTOĞLU)

İşte II.Dünya Savaşı'nın sonunda, muzaffer(!) Sovyet orduları Kırım'a giriyor... 18 Mayıs 1944'te sadece aydınlar değil,en küçük ferdine kadar bütün Kırım Türkleri evlerinden toplanıyor;hayvan naklinde kullanılan vagonlara istiflenerek iki ay sürecek "zorunlu yolculuğa" çıkarılan Kırım Türkleri, Kruşçev'in ifadesiyle,"toplam nüfusunun %46'sını bu sürgün yolculuğu sırasında kaybediyor"... Köklerinden sökülen bir ağaç gibi,Kırım'dan binlerce kilometre uzaklıkta Urallardan Sibirya'nın buzlu tundralarına, Türkistan'ın çöllerine yokolmaya terkediliyor...
Kırım'daki Rus yöneticileri,parasıyla da olsa ev ya da arsa sattırmıyor;vatan dönüşü iskana ve çalışmaya getirilen kısıtlamalarla engellenmeye çalışılıyor... SVR yine tüm gücüyle provakasyonlar yapıyor... CIA, Kırım'da Türklük bilincinin yerleşmemesi doğrultusunda yönlendirmeye dayalı pasif politika izlerken; Birlik, Kırımlı aydınlar için tarihi bir sorumluluk. Tıpkı,"Antlı Kurban"Çelebi Cihan'ın dediği gibi:
"Kırım'ı kana boğabilirler. Fakat bütün bunlar, Kırımlıların istiklal imanlarını yıkmaya değil, kuvvetlendirmeye yarayacaktır. Tarihin er geç yazacağı şey; MÜSTAKİL VE MESUT KIRIM'dır"
Ama önce inanmak gerek...

ATEŞ GEÇİTLERİ (STEVEN PRESSFIELD)

Binlerce yıl önce, Heredot ve Plutarch yazdıkları tarihlerde Isparta toplumunu ölümsüzleştirdiler, fakat günümüzde bu antik kentten ve bu görkemli kültürün sosyal yapısından elimizde çok az veri var. Bu uygarlıktan kalan az sayıdaki antik izlerden biri de, Isparta kentinden binlerce mil ötedeki Termopilai adında küçük bir Yunan dağında bulunmaktadır. Isparta'nın en iyi savaşçılarından oluşan üçyüz kişilik ordusu, Pers İmparatorluğu'nun saldırılarına yürekli bir biçimde işte burada karşı koymuştu. Dağda bulunan basit bir dikili taş,onların gömüldüğü yeri göstermektedir.
Yazar Steven Pressfield bu taştan yola çıkmış ve Isparta söylencelerini akademik bilgilerle zenginleştirerek, kusursuz bir tarihi roman yazmış. Romanın anlatıcısı, bu destansı savaştan canlı kurtulmayı başarmış tek Isparta savaşçısı.

Moğol Kurdu (Homeric)

Temuçin'in kazandığı başarıların yankısı bozkırda dörtnala yayılıyor ve daha dün onu terk edenler bugün atlılarının ve okçularının arasına katılıyordu. Zeki ve sabırlı Temuçin'in içgüdüleri bir kurdunki gibidir. Yanında,her türlü güçlük karşısında dimdik ayakta kalmayı başaran dostu Borçu,tüm dünyanın tanıdığı ve önünde korkuyla diz çöktüğü Moğol İmparatorluğu'nun kurucusu Cengiz Han'ın yani Temuçin'in büyüklüğünün en yakın tanığı olacaktır. Temuçin'in Moğol boylarını kendi sancağı altında toplaması yirmi yılını aldı;daha sonra fetihlere çıktı ve tutulmaz atlılarıyla,Çin ve İran gibi imparatorluklara diz çöktürdü,kendi ordusundan on kat daha kalabalık orduları bozguna uğrattı ve alınmaz denilen kaleleri alarak,görkemli uygarlıklara son verdi. Borçu'nun anlattığı bu öykü bize,"Gog ve Magog topraklarından çıkan felaketin"yani bütün halkları tek bir kağanın egemenliği altında toplayarak anlaşmazlıklara son vermeyi başaran Cengiz Han'ın ruhu ve dehası konusunda fikir veriyor.
Aynı zamanda Kağan'ın kan kardeşi olan saf ve sadık Borçu,bu destandan bir de aşk romanı çıkarıyor.
Temuçin'in kadınlarını ve atlarını başkalarından,hatta en sadık dostundan nasıl kıskandığını yaşayarak öğrenecektir.

2 Şubat 2010 Salı

Unutmayalım

Koçum...

Yıllardan 84.
Günlerden Ağustos'un 15'i...
Saat 21.30 suları...
Kavurucu sıcaklık, ayaza dönmüş... Gecenin karanlığı örtmeye başlamış ortalığı, usul usul...
Tok vuruşlar yırtıyor geceyi aniden, peş peşe...
Kalleş "Kaleş" sesi duyuyor memleket, tarihinde ilk kez.
Eruh basılıyor...

Bölücü örgütün ilk silahlı saldırısıdır bu.
Milat...
"Kim yaptı?" desek, herkes PKK der...
Peki, "O saldırıyı kim yönetti?" desek, pek bilen çıkmaz.

Soruyu şöyle soralım o halde:
"Mahsun Korkmaz kim?"
Bildiniz değil mi...
Bilirsiniz...
Üzerinde "Mahsun Korkmaz Akademisi" yazan terör yuvasının fotoğrafı o kadar çok yer almıştır ki basınımızda, hemen herkes bilir...
15 Ağustos 84'te PKK'nın yaptığı ilk silahlı saldırının elebaşıdır o...
Örgüt tarafından "onore" edilmiş; Türk Basını tarafından da maalesef "reklamı" yapılmıştır defalarca...
Bu nedenle bilirsiniz...

Peki, "Süleyman Aydın kim?" diye sorsak, kaç kişi cevap verebilir?
Hiç mi? Hiç...
Süleyman Aydın, Mahsun Korkmaz'ın yaptığı ilk PKK baskınında şehit düşen evladımızın ismidir.
Var mı onun adına bir akademi? Yok...

Sen örgüt celladının zırt pırt reklamının yapılmasına izin veriyor, kendi şehidinin unutulup gitmesine göz yumuyorsan eğer... Ne hakla bağırıyorsun ki, "Şehitler Ölmez" diye...

Dün izliyorum, Gümüşhane'den gelen görüntüleri atv Haber'deki arkadaşlarımla birlikte...
Hepsi yılların gazetecisi.
Neler gördü gözleri...
Doktorlar ölüme acıya alışır ya mecburen zamanla, onun gibi...
Ama bu gördüğümüz, yüreği nasır tutmuş gazeteciler için bile katlanması çok zor bir tablo...
Kimi dudağını ısırıyor çaresizce, kimi ağlıyor gizlemeden yüreklice...
Gencecik Nihal öğretmen, sadece 1.5 ay önce evlendiği dünya yakışıklısı teğmen eşi Tuna'nın ay yıldızlı cenazesini kucaklamaya çalışıyor görüntülerde...
Damatlıkla göndermiş, kefenle geri gelmiş.
Sol kolunda yara bandı var; belli ki, sakinleştirici verilmiş talihsiz geline...
Ama ne çare.
Bir yumrukluyor tabutu sesini duyar belki diye, bir sürüyor ellerini, saçını okşar gibi...
Ve hep aynı kelimeyi haykırıyor tekrar tekrar:
"Koçum... Koçum..."

Gitti Nihal'in koçu...
O ömrü boyunca unutmayacak.
Peki ya biz?
"Unutmamalı, sevgiyle anmalı" cümlesi, sadece Tarkan'ı hatırlatıyorsa bir millete.
Elden ne gelir ki...

Sabah gazetesi yazarı Yılmaz Özdil'in 22.07.2005 tarihli yazısı....